Sekülerlik Bahanesi: Tanrı Olarak Devlet

Teknolojik gelişmeler ve flaş haberler üzerimize son sürat gelirken, ciddi ahlakî sorularla karşı karşıyayız. Ekonomi politikalarının yerel topluluklar üzerindeki etkisinden, ifade özgürlüğünün parametrelerine ve insan hayatının başlangıcına ve kutsallığına kadar, siyasetçiler ahlaki iddialarla öneriler sunarken öylece seyrediyoruz. Her ne kadar “temel insan hakları”, “sağduyu siyaseti” veya “huzur ve güvenlik amacıyla” kılığına bürünseler de, bunlar tanım itibariyle ve yalnızca dinî iddialardır.

Sekülerizm serisinde okumakta olduğunuz bu yazı –Sekülerizm Seküler Midir? yazısının devamı olarak- dillere pelesenk olmuş, sekülerizmi din ve siyaset arasında ‘karışmamazlık’ ve tarafsızlık olarak sunmaya çalışan “din ve devlet işlerinin ayrılması” deyişini ele alıyor. Sekülerizmin yıkıcılığına ve gücüne katkıda bulunan, insanları, sekülerizmin insanoğlunun farklılıklarını barışçıl bir şekilde idare edebilecek ve bunu yaparken de Din’in ve Devlet’in onurunu koruyabilecek tek yol olduğuna ikna eden de bunun gibi söylemlerdir. Bu yazı, neden bunların hiçbirinin doğru olmadığını açıklamaya yönelik mütevazı bir girişim.

İtiraf ediyorum: Yüzeysel olarak bakıldığında, tarih boyunca sık sık çatışmaların olduğu bir alan için barış vadedmesi nedeniyle, sekülerizm kulağa oldukça cazibeli geliyor. Kendi başına dinler -ve onlara gerçek hayatta anlam veren teolojiler, gelenekler ve düşünürler-, birbirinden çok farklı, yer yer doğrudan çelişkili dinî gruplar bir arada yaşamadan bile zaten yeterince karmaşık. Kısaca, bu potansiyel çatışma ortamından kaçınmanın bir yolunu aramak insana mantıklı geliyor. Günümüzün çok kültürlü ulus-devletleri huzuru sağlamak için, hem bir ideal hem hayata geçirme, hem amaç hem de araç olarak çareyi sekülerizmde buluyor. Devlet ve sekülerizm bu nedenle birbirine çok yakın, birbirine çok bağlı, neredeyse ayırt edilemez durumda. Maalesef, dünya geneli sekülerizmi muhafaza etmek için ödediğimiz bedel gittikçe ön plana çıkıyor ve o çok bilinen mağduriyet söylemleri ve ayrımcılık karşıtı söylemler arasındaki git-gelden daha fazla ilgi gerektiriyor.

Bir ‘Din’ Olarak Sekülerizm

Hem uzatmamak için hem de açıkçası biraz da genelleyerek; sekülerizm, Avrupa’daki uzun süren, şiddetli anlaşmazlığa çare olarak ortaya çıktı. Özellikle çoğu maalesef kan döktüren veya kışkırtıcılık yapan Hristiyan din adamlarının güç ve nüfuzunu ortadan kaldırmayı amaçlamıştı. 18. yüzyıl Aydınlanma düşünürlerinin kurtulmak istediği şey de dinin devletle olan bağları ve ikisinin de uzun süredir iktidarlarını muhafaza etmesini sağlayan o gaddar otoriteryanizmdi. Onların tepkisi özel bir bağlamda belli bir geçmişeydi ve o tepki o geçmişten koparılamaz. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, sekülerizm o bağlamın ilacı olmaktan çıkarılıp evrensel bir norm haline getirildi ve dünyaya o şekilde servis edildi.

Sekülerizm evrensel gibi görünüyor çünkü sözde hakim bir ahlakî çerçevesi olmayan bir dünya teklif ediyor. Faydalı gibi görünüyor çünkü toplumsal huzuru sağlayacağını iddia ediyor. Fakat dini devletten veya siyasetten ayırmak, neyin özgürlük olduğunu ve neyin özgürlük olmadığını belirlemek, toplumsal huzurun en iyi nasıl sağlanacağını tartışmak sadece bu saydıklarımızın tanımlarını değil; aynı zamanda bu tanımların üzerine inşa edileceği yol gösterici bir prensip, değerler ve bir ideoloji de gerektiriyor. Sonuç olarak devlet, bu davada ideolojik olmak zorundadır. Berkeley, Kaliforniya Üniversitesi’nin yakın bir zamanda vefat eden antropoloğu Saba Mahmood bunu şöyle açıklıyor:

“Sekülerizm; dini devlet dairelerinden ayırmaktan ziyade onun şeklini, benimsediği inançları ve epistemolojik iddialarını değiştirmeyi amaçladı. Böyle toptancı bir projenin başarılı olması da dinin çeşitli reformlar ve devlet kararları ile başkalaştırılması ile mümkündü. Bu çoğu zaman, ulus-devletlerin doğal din adamları gibi davranıp, belli başlı adetleri ve inançları dinden bağımsız gibi göstermeleri ve sonucunda bunların medeni kanun olarak kabul edilmesi anlamına geldi.(1)

Sözde dini inancın (özel hayata sürgün ederek) korunması ve bireysel özgürlüklerin garanti altına alınması arasındaki o mutlu noktayı bulmuş olarak, çağdaş devlet kurumu kendisini tarafsız bir arabulucu ve garantör olarak gördü. Fakat kendisi ideolojik bir aktörden başka bir şey değil. İşin aslı bu, tüm gücü devlette toplamak -hem yasayıcı hem yargıç hem de her şeyin yürütücüsü- ve Devlet’in yararına dini dağıtıp ihlal etmek suretiyle bir aldatmaca ve güçler ayrılığının bozulmasıdır.

Seküler Tutulma: Devlet’in Kilise Üzerindeki Makamı

“Din ve devlet işlerinin ayrılması” sözünün kullanışlı bir anlamı olması için, hatta bir anlam ifade edebilmesi için, neyin dinî olduğu neyin olmadığıyla ilgili bazı tanımların yapılması ve Kilise ve Devlet arasında açık ve çiğnenmez sınırlar çizilmesi gereklidir. Bir eylemin dinî olup olmadığını veya seküler sistemde devlet dairesinde yeri olup olmadığını tartışmanın kendisi dahi ‘anti-seküler’ bir harekettir çünkü bu, din ve devlet politikaları arasında hareketlilik ve etkileşim gerektirecektir. Bu tanımları biz yapsak da yapmasak da, çoğumuz seküler topluluklarda yaşadığımıza göre bu tanımlar birileri tarafından daha önceden yapılmış olmalı. Bu amaç için dinî liderlerden oluşan bir meclis mi toplandı? Cevap kocaman bir ‘hayır’. Doğrusu, böyle bir meclis toplanmış olsaydı, bu sekülerizm konsepti için çok rahatsız edici bir mesele olurdu. Peki o zaman, birtakım siyasi liderler mi bu tanıma karar verdi? Pek sayılmaz, ama bu yakında değişebilir. Seküler devletlerin yasalar ve politikalardaki rehberi kuru nomokrasi, yani hukukun egemenliği değil, kendi ‘din’ini istenmeyen dinlerin üzerine koyan saf ve bariz bir fırsatçılıktır.

Bu açıdan ilginç bir örnek olarak, Başkan Emmanuel Macron’un “Fransız İslamı” için çabalara öncülük edeceğini, veya İslam’ı Fransız kültürü ile hizaya getireceğini ilan ettiği Fransa sayılabilir. Bu girişim, Kur’an ayetlerinin kaldırılması veya feshedilmesi ihtimalini, devlet onaylı din adamı ve organizasyonlar hiyerarşisinin oluşturulmasını, ve İslamî geleneklerin ve örflerin her şeyi saran milli kültür altına girecek biçimde şekillendirilmesini içeriyor. Böyle bir şeye art niyetli karanlık yer altı lobicilerinin değil de ülkenin en yüksek makamının güpegündüz ve küstahça önderlik ediyor olması, sekülerizmin ne kadar ideolojik motivasyonlu ve ana akım olduğunu gözler önüne seriyor. Fransız Müslümanlar için bu, devletin dine saygılı bir mesafe ve tarafsızlık ile yaklaşma konusuna ne kadar ilgisiz olduğunu gösteren acı bir mesaj. Tüm dinlerin samimi mensupları için bu, mevcut durumda devlet müdahale etmiyorsa bunun dayanaksız olduğu, dengenin her an değişebileceği, ve devletin önceliği kendisine ayırdığı anlamına gelen dolaylı bir mesaj.

Birçokları, Fransa siyasetine işaret ederek sekülerizm eleştirisi yapmanın basite kaçtığını, çünkü birçoğumuzun kabul ettiği üzere günümüz sekülerizm anlayışımızın en göze batan ve şoke edici ihlallerinin Fransa’dan geldiğini söyleyebilir. Bunu doğru bir eleştiri olarak görüyorum, o zaman gelin kendisini “özgür dünyanın lideri” olarak tanımlayan Amerika Birleşik Devletleri’ne bakalım. Terörle Mücadele’nin 17. Yılında, savaş ve barış, doğru ve yanlış, adil ve adaletsiz arasındaki çizgiler belirsiz bir hâle büründü. Amerikalı Müslümanlar, “milli güvenlik” ve “terörizm” suçlamalarının kendi hâlindeki vatandaşlara yöneltildiğini gördü. İnsanlar Facebook gönderileri yazdıkları veya Amerikan dış politikasını eleştiren konuşmalar yaptıkları için tutuklandılar, sorguya çekildiler ve hapse atıldılar, “iyi” Müslümanları “kötü” Müslümanlara karşı kışkırtan söylem çabucak norm hâline geldi. Müslüman’dan önce gelen “ılımlı” sıfatı ise devletin dinlere karşı tarafsız olma savına ihanet eden bir başka çatışma alanı oldu (ileri okuma için bkz. A Modern Myth: The Moderate Muslim). Büyük oranda “Terörle Mücadele” çerçevesini kullanarak, siyasi liderler ve medya çalışanları bu terimi öyle bir güçle telkin ettiler ki Müslümanlar, polis şiddeti ve tuzağa düşürme gibi tartışmalı politikalara karşı organize olmaktan tutun, özellikle Filistin, Suriye, Keşmir, Doğu Türkistan gibi bazı uluslararası meselelere bağış yapmaya kadar kaçınır oldular. ABD hükümetinin bu ılımlılaştırma projesi; belirgin biçimde dinî olan konularda taraf tutarak ve bu marifetle dini taklit ederek, Mahmood’un açıkladığı gibi “teolojik kuralların niteliği ve vahyin belli biçimde yorumlanması” görevini üstleniyor.

Seküler Masalı Geride Bırakırken

Dil çok güçlüdür, özellikle devletin kendi kendini oluşturan ve her şeyi kapsayan gücünden destek alıyorsa, eylemleri kalıba sokar ve şekillendirir. Fransa örneğinin aşındırıcılığı yanında Amerika’nınkinin nispeten hafif kalması, ilkinin bir normalden sapma ve diğerinin de bir hastalık semptomu olduğu şeklinde anlaşılmamalı. Her iki bağlamda da, irademize karşı oynanan, kazananı belli olan bu oyunda tek bir kaybeden var. Devlet, devletin kurumları ve aygıtları, ve bunların omuzlarında durduğu siyasi ve kültürel elit tabakası yerlerinde sapasağlam durur ve saltanat sürerken, bir taraftan da bükülmesi yahut kırılması gereken dinî gelenekler, adetler ve dindarlar vardır. İşte bu hırpalanmış ilişki yoluyla, sekülerizmin amaçladığını iddia ettiği “tarafsızlık yoluyla barış” sadece ulaşılmaz değil, aynı zamanda anlaşılmaz bir şeydir. Devlet’in ısrarla müdahalesizlik ilkesini ihlal etmesinin altında, insanlar arasındaki farklılıkların (inanç ya da diğer konularda) öylece yokmuş gibi yapılamayacağı veya yeniden sınıflandırılamayacağı gerçeği yatıyor. Farklılıklar ve anlaşmazlıklar, bu hayatın kaçınılmazlarıdır. Saf gerçek ise, bu nedenle, elimizde dinle devletin ayrılması değil, devletin dine hükmetmesinin olduğudur.

Günümüz Batı dünyası ve dünyanın geri kalan çoğu kısmı için sekülerizm, bizim bugüne kadar gördüğümüz tek şey. O kadar uzun zamandır onun avuçlarındayız, ve pençeleri bizi o kadar sıkı tutmuş ki, içinde bulunduğumuz havasızlık bize normal geliyor. Ama öyle değil. Devlet’in ve Din’in ayrılması için açıkça tanımlanabilen bir ‘Din’, ve Din’in mensuplarının hayatlarından elini çeken bir Devlet gerekir, böylesi bir hareket de çağdaş devleti bilfiil tarafsız hâle getirecektir. Daha açıkça ifade etmek gerekirse sekülerizm, kendi standartlarını karşılamaktan aciz ve dolayısıyla ne ‘seküler’, ne tarafsız, ne de insanlar arasında kırılmaz bir bağ kuran birleştirici, barışı sağlayıcı bir faktördür. Sekülerizm’in ‘her şey toz pembe’ imâları, bizi dünyayı olduğu gibi görmekten alıkoydu ve, çok kültürlü toplumların barış içinde yükselmesi için alternatif bir model öne sürülmesi çabalarının da önüne geçti.

Gerçekçi alternatifler, meyve verebilmek için elbette yoğun entelektüel uğraş ve kayda değer siyasî irade gerektiriyor. Bu arada bizler de bu gibi hataları fark etmeyi kendimize görev bilip, yerlerimizi haysiyet ve sorumlu tercihlere layık varlıklar olarak benimseyebiliriz. Diğer insanlardan hakkımızı isteyip, onların da bizim üzerimizde hakları olduğunu vurgulayabiliriz. Verdiğimiz kararların yakın çevremize ve dünyaya etkisi olabileceğini bilerek, bütün ve tavizsiz hayatlar yaşayabiliriz. Ve Tanrı’ya inananlarımız için, O’nun affına ve merhametine layık hayatlar yaşamaya, bu dünyayı arkamızda, bulduğumuzdan daha güzel bırakmaya niyet edebiliriz.

Kaynaklar:

  1. Mahmood, Saba. “Secularism, Hermeneutics, and Empire: The Politics of Islamic Reformation.” Public Culture (2006) Volume 18, Issue 2; 326-7.

About the Authors: Mariem is a civil society activist working for democratic governance & religious freedom in the Middle East and North Africa. She writes on critical political & social theory, comparative democracy studies, and Islamic & comparative religious studies. You can follow her on Twitter here.

Abid is aspiring to be an abid (dutiful slave of Allah) and a student of life. He likes to read about history and religion and wants to read a bit more philosophy. Make science philosophy again!

This article was generously translated by Enes, an international relations student. His interests include psychology and government accountability.

Disclaimer: Material published by Traversing Tradition is meant to foster scholarly inquiry and rich discussion. The views, opinions, beliefs, or strategies represented in published articles and subsequent comments do not necessarily represent the views of Traversing Tradition or any employee thereof.

Leave a Reply